30 Nisan 2014 Çarşamba

Africa’s Education Crisis: In School But Not Learning

It’s unfathomable that of Africa's nearly 128 million school-aged children, 17 million will never attend school. Perhaps even more shocking is the fact that another 37 million African children will learn so little while in they are in school that they will not be much better off than those kids who never attend school. As a consequence, the prognosis for Africa’s future economic growth and social development is poor.
These numbers come from the new Africa Learning Barometer created by the Center for Universal Education at Brookings. Our objective was to identify a baseline assessment of learning in Africa by using the existing data. Using data from regional examinations, such as Programme d'Analyse des Systèmes Educatifs de la CONFEMEN (PASEC)and Southern and Eastern Africa Consortium for Monitoring Educational Quality (SACMEQ) , and national assessments of 4th or 5th grade students, the barometer provides a picture of the state of learning for 28 countries in sub-Saharan Africa. In each of these assessments, we identified a cutoff point at which students scoring below that level were learning so little that they had no value added to their education. While these tests do not even begin to scratch the surface on the values, knowledge and skills that children should learn in school to live healthy, productive lives, they do provide some basic indications about the state of learning in the region.
The findings are astonishing. There are seven countries in which 40 percent or more of children do not meet a minimum standard of learning by grades 4 or 5. In countries such as Ethiopia, Nigeria and Zambia, over half of in-school students are not learning basic skills by the end of primary school. Through the barometer we aggregate the total number of children not learning based on out-of-school children at the end of primary school, children who are likely to drop out by the 5th grade, and those in school but not learning. The results are distressing. Under the current model, half of sub-Saharan Africa’s total primary school population – 61 million children – will reach adolescence without the basic skills needed to lead successful and productive lives.
The barometer also points out the massive inequalities between the rich and poor. Looking at the rates of extreme education poverty in the region, the percentage of adults with less than two years of education show the disadvantages that poor, rural students face in accessing education in comparison to their rich and urban counterparts. For instance, in Ethiopia, 68.3 percent of the poorest quintile of the population lives in education poverty, compared to only 13.8 percent of the richest.
While there is much reason to celebrate the progress in education that Africa has made over the past decade, the barometer shows us that there is a deeper learning crisis that needs to be addressed. Unless African governments and the international community work together and act now to raise standards and improve learning outcomes, the potential of tens of millions of African youth will be wasted and Africa’s social and economic progress will stagnate.
Please explore the data and trends from the Africa Learning Barometer to learn more about the education crisis in Africa.
Justin W. van Fleet

MUHTEŞEM SÜLEYMAN- İZMİR İZLEYİCİSİ İLE BULUŞTU

Opera, herkesin tarzı değildir. Hatta bir çok kişi ne işin var bağırıp çağırıp duruyorlar bir de üstüne para veriyorsun bile diyebilir. Ancak opera gerçekten de görsel efektlerle ve güzel seslerle süslenirse her şey daha da güzelleşiyor. Beklediğim bir operaydı Muhteşem Süleyman. Çok eleştirildi. Güzel değil denildi. Oturmamış denildi. Konu çok çabuk geçilmiş duyguları verememişler, hissedemedik diyen oldu. Hepsi yalan. Şunu bir kez daha anladım. Kesinlikle kimsenin sözüyle bir şeylere karar vermemeliyiz. Olumsuz bir çok eleştiri yüzünden açıkçası birlikte gidebileceğim bir arkadaşta bulamadım. Ama inat ettim ve gittim. İzmir Adnan Saygun sahnesinde yine muhteşem bir dekorla opera başladı. Bir an bile sıkılmadım. Yavuz Sultan Selim'in kısacık hayat hikayesi ve Sultan Süleyman'ın yaşadığı önemli olayları anlatan harika bir opera izledim o gece. Salon kalabalıktı. Opera seyircisi vefalıdır bir çok olumsuz eleştiriyi de ya duymazdan gelir ya da inadına gider o operaya. Her şeyden önce duygular güzel aktarılmıştı. Kıyafet, makyaj, aksesuarlar ışıl ışıl ve sahneyi dolduruyordu. Yeterli sebeplerdi aslında bunlar. Dekor Tayfun Çebi'ye ait. Kostümler Sevda Aksakoğlu'nun imzasını taşıyor. Orkestra şefi Tulio Gagliardo, koro şefi S. Zdravkov Dimitrov, kareografi Neslihan Öztürk, ışıkta Müfit Özbek. Harika bir opera izlemek isterseniz 17-19 Mayısta yeniden İzmir Adnan Saygun'da sahnelenecek.

24 Nisan 2014 Perşembe

CAPTAIN AMERİCA

Kurgu filmlerini oldum olası sevmişimdir. Gerçek olmayan , hayallerimizde olan ve bazen fazlalarını filmlerde bulabilmekte güzel oluyor. Bu yüzden kurgu filmlerini kaçırmamaya dikkat etmişimdir. Captain America filmine üç boyutlu ve orjinal diliyle gittim. Bu arada orjinal dili dışında hiç bir filmi izlemekten keyif almıyorum bu dip notu da ileteyim. Captain America ilk başladığında sıkıcı ortalarında biraz aksiyon en sonunda yine sıkıcı bir şekilde bitiyor. Görsel şölen falan bekleyenler varsa da maalesef bir Uzay Yolu, Buz Devri vb filmlerdeki kadar zevk alamayacaklar. Üzülerek bildirmeliyim ki Captain America'daki oyunculuklarda başarılı değil. Vakit kaybı demeyeceğim ancak gitmesenizde olur diyebilirim. Hava kapalı, yapacak bir şeyiniz yoksa gidebilirsiniz. İyi seyirler şimdiden.

İSTANBUL'A DAİR

Yıllarca İstanbul'da yaşayan biri olarak, şu anda İzmir'de olmaktan büyük sevinç duyuyorum. Ancak İzmir adına çok şey yazdım, çizdim. Nedense İstanbul'la ilgili bir şey yazmadım, yazamadım, istemedim herhalde. Bilgisayarın başına geçip bir çok şey yazmayı denedim ama İstanbul'u yazamadım. İstanbul'a haksızlık ettiğimi düşündüm. Ve yazmaya başladım.
Bir masal başlamıştı aslında. Herkesin bir sebebi vardır İstanbul'da olmak için. Çalışmak için, para kazanmak için, zengin olabilmek için, keyif yapmak için, tatil için, akraba ziyareti için, saymakla bitmeyen nedenler vardır orada bulunmak için. Benimde bir sebebim vardı oraya ilk gittiğimde. Kötü tasarlanmış bir şehir gibiydi ilk başlarda. Boğaz'da balık yemek ya da Emirgan'da kahvaltı yapmak çok normal şeylerdi benim için. Saatlerce bir yerden bir yere varabilmek saçmalıktı başlarda. Ne gerek vardı ki, hayatınızdan dakikaları saatleri çalan bir şehirdi İstanbul. Resmi rakamlarla on beş milyon insanın yaşadığı kalabalık, huzursuz bir şehirdi ilk başlangıçta. Galata kulesi, Kız kulesi, Boğaz köprüsü, Haydarpaşa bile şehrin kalabalıklığının arasında kaybolup gitmişti. Sıkıcı bir şehirdi. Mevsimleri bile dengesizdi.
Bir sonbahar akşamıydı adımımı ilk attığımda İstanbul'a. Soğuk bir akşamdı. Rüzgar yüzümü delip geçiyordu sanki. Başta da söylediğim gibi bir nedenim vardı orada olmalıydım. Heyecanlıydım ve üşüyordum. Elimde bir valiz ve sırt çantası. Hayalimde canlandırdığım şekilde karşılaşmamıştık İstanbul'la. Ama yinede yeni bir yerdi, keşfedilmeyi bekliyordu. İstanbul öyle bir şehirdir ki adımınızı attığınızda en fazla bu şehirde bir ay yaşayabilirim dersiniz bir bakmışsınız ki sekiz koca yılı devirmişsiniz. Hızlı bir şehirdir. Sonu gelmeyen her şeyi orada bulabilirsiniz. Boşa harcayacak iki saatiniz varsa sadece İstiklal caddesinden bakına bakına tünele kadar gidin zamanınızı verimli bir şekilde doldurmuş olursunuz. İnsanları izlemeniz bile bazen yeterli olabiliyor. Adımınızı atar atmaz şehir sizi içine alır. İstanbullu olmakta çok zor değildir. En fazla bir sene sonra aidiyet duygusunu hissettiriyor insana. Bu şehri nasıl öğrenebileceğim derken, toplu taşıma araçlarının numaralarına kadar ezberleyebiliyorsunuz. Şaşırtıcı bir hafıza geliştirme yönü de vardır İstanbul'un yani. Bazen tarih kokar, rakı kokar, bira kokar sokakları. Büyüleme özelliği de vardır.Mesela bağımlılık yapar bazen Nevizade, Kumkapı geceleri. Nüfusunda azalma olmaz. Yazın İstanbullular tatile giderken, İstanbullu olmayan yerli yabancı turistte İstanbul'a gelir. Uyumayan bir şehirdir İstanbul. Ağlamak istediğinde ağlatmayan, gülmek istediğinde güldürmeyen sadist bir yönü de vardır. Çok arkadaşınız az dostunuz olur. Kalabalığın içinde yalnız hissetmek hissini orada yaşayabiliyorsunuz. Yalnız olduğunuz sanıp çevrenizdeki kalabalıktan haz aldığınız da olmuyor değil tabi. Hep bir koşturmacanın içindesinizdir. Hep bir trene, otobüse yetişme kaygısı, trafiğe yakalanmamak için alternatif yollar arama çabası. Toplantısına geç kalmamış insan sayısı da azdır mesela İstanbul'un. Her şeyi zamanından önce yapmaya çalışırsınız ki yolu kapatırlar grev var denilir yürüyerek köprüyü geçmek zorunda kalabilirsiniz. Sürprizlerle doludur kısacası. Geç kalırsınız. Zamanından önce planlanan çoğu şeye de geç kalırsınız. İlişki yaşamakta zordur İstanbul'da. Mesafeler uzaktır, zamanlar kısadır. İlişkilerini sürdürebilenler sürdürüyorlar o ayrı.
Zamanla o kadar alışıyorsun ki bu düzene, cennetten çıkma bir yere gitsen yine arıyorsun İstanbul'u. Uyuşturucu gibi, bağımlılık yapan bir özelliği de var. Dedim ya en başta masal gibidir İstanbul. Kahramanları, baş rolleri kalabalık figüranları bitmeyen bir masaldır İstanbul. Bu masalı yaşayanlara selam olsun.

20 Nisan 2014 Pazar

HAYAT - İNSAN - SOSYAL MEDYA ÜÇLEMESİ

Tanımadığın insanlarla aynı caddelerde yürümek..Aynı cafelerdeki masalara ortak olmak..Ya da aynı kumsallardan denize girmek. İnsan olmak bundan ibaret değil tabi. Aynı kişiye aşık olmak bazen ,aynı yatakta uyumak..Çoğu kişinin aradığı aşkı bulmak. İmrenilmek. Hadi ya bu devirde böyle ilişki dedirtmek. Kıskandırmak insanları. Bazen bağıra çağıra şarkı söylemek bazense susmak. Çok zengin olmak bazen, bazense iflas etmek. Ağlamak çoğu zaman haykırmak, duygularına hakim olamamak bazen. Kimi zaman sinemaya tek başına gitmek. Kitap okumak, yemek yapmak, ev işi yapmak bazen. Kavga etmek, trip atmak, yolculuk yapmak, beklemek, kalabalığa karışmak bazen. Sigara içmek bazılarımız için, sarhoş olana kadar içmek bazıları içinse. Bazıları için konsere gitmek, mektup yazmak, kitap yazmak. Yaşlanmak bazıları için. Bir çok kişi içinse ölümü beklemek umarsızca. Hastalanmak, tedavi görmek, yaşamak için savaşmak. Bazense bir hiç uğruna anlamsız savaşmak. Sonucu varmayan bir yola girmek kimine göre. Manzaraya karşı oturmak, iç çekmek, kariyer yapmaya uğraşmak. İbadet etmek.
Hayat aslında ortak bir yapı. Herkes bu saydıklarımın en az ikisini yaşıyordur. Yaşamıştır muhakkak. Yaşamadım diyenlerin çıkabileceğini sanmıyorum. Herkesin bir hikayesi vardır. Hikayesinde inandığı noktalar vardır. Hikayesiz insan yoktur. Hayatını en anlamsız gören kişinin bile anlamlandırdığı hikayesi vardır aslında. Anlatamıyordur, itiraf edemiyordur kendine. Sakin gözükür, fırtınalar vardır içinde aslında. Yazmıştır. Yazdıklarını yırtmıştır. Yada hiç yazmamıştır. İçine atmıştır her şeyi.
Hiç aynı sokakları paylaştığımız insanları düşündük mü? Mesela karşı kaldırımda haykırırcasına ağlayan ondokuz yaşındaki genç kıza sorduk mu derdin ne diye..Ya da evinden çıkamayan yaşlı komşu teyzeye bir ihtiyacın var mı diye sorduk mu? Sanmıyorum. İnsanlık artık ortak yaşamdansa bireysel yaşama ve sanal ortamda sosyalleşmeye karar vermiştir. Doğru yada yanlış tartışmaya açık bir durumdur aslına bakarsanız. Sevgi denilen şeyi artık sosyal medyada, sanal sitelerde ve sohbet programlarında arar olduk. Eskidendi arkadaş ortamında tanışılıp yaşanan birliktelikler. O kadar eskidim mi yoksa zaman çabuk mu geçiyor bende anlayamıyorum. Ancak anladığım tek bir şey var o da ortama ayak uydurmazsanız kayboluyorsunuz. Kaybolmayacağınız gelecekleriniz için şerefe...

8 Nisan 2014 Salı

HUYSUZ - BİR TİYATRODUR YAŞAMAK


Huysuz, huzur evinde başlayan bir müzikal. Zamanında Moliere oyunlarındaki başarısı nedeniyle 'Moliere'in Huysuzu' lakabını almış bir tiyatrocunun zihninde canlananları anlatıyor.
Moliere’in "Hastalık Hastası", "George Dandin", "Zoraki Evlenme", "Cimri" ve "Teodor Kasap"ın Moliere’den adaptasyonu olan "İşkilli Memo" oyunlarından yola çıkılarak yazılan müzikalde; Engin Alkan, Büşra Pekin, Deniz Uğur, Haki Biçici, Gülhan Tekin, Umut Temizaş ve Esra Akbaş birlikte rol almış. İnanılmaz eğlenceli geçen bu müzikal. Sizi kesinlikle sıkmıyor. Hatta inşallah bitmez iki saat daha sürsün diyebiliyorsunuz. İki perdeden oluşan müzikalde oyuncuların inanılmaz başarısı hepsinin ayrı ayrı rolünü sahiplenmesi de dikkatlerden kaçmıyor. Salonda kahkalara neden olan ve çoğu zamanda düşündüren bir müzikaldi. Huysuz için yazılacak çok şey var aslında. Huzur evinde alzheimer teşhisi ile yatan bir tiyatrocu ve kafasında Moliere'in birçok oyunundan esinlenilmiş yepyeni bir senaryo. O an sizi içine alabiliyor bu müzikal. Oyuncuların profesyonelliği ise ayrı bir tat bırakıyor insanda. Perde açılıp kapanana dek süren kahkalar sizi dünyanın gerçeklerinden biraz da koparıyor. Unutmadan söylemeliyim ki  iki perdeden oluşan bu müzikal yaklaşık üç saat sürüyor. 

NOAH - Russell Crowe


Dünya'da büyük tartışmalar yaratan Noah, Türkiye'de Nuh: Büyük Tufan olarak gösterime girdi. Bazı ülkelerde yasaklanan bu filme gitmekte zorunlu hale geldi. Merak edilir yasaklanan filmler. Normal olarak yasaklar insanları daha çok kendine çeker. İşte bu yüzden filme dün gittim. Üç boyutlu filmleri çok sevmiyorum nedense ama dün izlediğim filmin görsel efektleri kafi ölçüde eğlendirdi beni. Rahatsız etmedi. Ağzıma burnuma girmedi filmin oyuncuları. Yani üç boyutlu olmasa da izlenebilecek bir filmdi. Russell Crowe'a karşı antipati duyan biri olarak yıllar sonra bu filmde oyunculuğuna büyülendim. İyi oynamış. Role girebilmiş, hissettirdi bana her şeyi. Belki yönetmenliğini Mel Gibson yapsaydı daha dini içerikli bir film olurdu. Bu filmde dinsel temalardan çok efektlere ve yaşanan mücadeleye gıpta ediyorsunuz. Dürüstlük, sadakat, aile bağları, mücadele hiç bu kadar saf ve basit izleyecilere sunulmamıştı belkide. Acıtasyon yok. Tamamen gerçekçilik ön planda. Mucizelere inananlar için gidilesi bir film. Oyuncu olarak çok fazla bilinmemesine rağmen Jennifer Connelly olağanüstü bir performans sergilemiş filmde. Anthony Hopkins'in çok az rolü olmasına rağmen varlığının yettiği karelerde cabası. Harry Potter'dan tanıdığımız Emma Watson, büyümüşte Oscar'a aday olmuş denilecek bir performans sergilemiş filmde. Eleştirilmesi gereken yanları elbette var. Kime göre, neye göre senaryo yazılmış onu anlamak zor. Dini bakımından izlenmeyip keyifli bir zaman geçirmek ve iyi oyunculuk, iyi efektler görmek istiyorsanız bu film sizlere güzel dakikalar geçirtecektir. Eklemeden geçemeyeceğim film dolu dolu iki buçuk saat sürüyor ancak sıkmıyor. Gidecek olanlara şimdiden iyi seyirler.