Her hafta en az bir filme gitme geleneğimi bozmamak için bu hafta Non-Stop filmine gittim. Açıkçası çok yakın bir arkadaşımdan tavsiye alarak gittim. Normalde kült filmleri seven biriyimdir çok izlenenler en çok beğenilenler bana göre değildir. Kişiliğimden midir nedir çok abartılan şeyleri hep küçümsemişimdir. Bu film tamamen bir tavsiye olarak bana söylendi ve gittim. Film baştan sona kadar gerilimi aksiyonu içinde barındırıyor. Kafanızı bir an rahat bırakmıyor. Rahatsız edici şekilde sizi sürüklüyor. Liam Neeson ve Julianne Moore zaten tartışılmasız çok iyi oyuncular. Bir de bu ikili aynı filmde olunca tadından yenmez bir eser ortaya çıkmış. Konu çok basit aslında. Sadece işleniş çok iyi. Kendinizi bir an o uçağın içinde bulabiliyorsunuz. Yıllardır uçakla seyahat eden ve hala o korkuyu atamayan bir kişi olarak belki de ben o uçağın içinde kendimi bir koltuğa oturttum film boyunca. Acaba ben olsaydım ne yapardım diye. Film çok güzel. Tavsiye ediyorum. Ancak uçaktan korkan biri iseniz bir kez daha düşünmekte yarar var. İyi seyirler...
29 Mart 2014 Cumartesi
İZMİR TİYATRO GÜNLERİ
İzmir'in ayırıcı özellikleri var. Gerçekten var. Bu şehirde yaşamayan veya buralı olmayan anlayamaz bilemez. Gidin Türkiye'nin neresinde olursanız olun İzmirliyseniz nedense açıklanamayan bir şaşkınlık ve size imrenenlerle karşılaşacaksınız. Seviyorlar bizi. Ya da gerçekten de hem tatil beldesi olarak hem de yaşanabilecek büyük şehir standartlarına sahip olduğumuz için ayrıcalıklı hissediliyoruz. Doğrudur. Yıllarca bu şehirli olupta en güzel çağlarımı İstanbulda geçirmiş olmama bazen kızıyorum. Evet İstanbul'un kalbimdeki yeri apayrı. Orada yaşamak ve oralı olmakta ayrı bir şerefti benim için.
Her neyse diyeceğim o ki İzmir ölmemiş. Yaşayan bir şehir. Emekli şehri diyenler de halt etmişler. Emeklilerimiz ve kafalarını dinlemek isteyenlerimiz için farklı alternatifleri var İzmir'in. Mesela kışın git Çeşme'ye, Urla'ya, Şirince'ye, Foça'ya. Al sana emekli hayatı bağ bahçeyle börtü böcekle uğraş. Organik tarım yap, torunların gelsin yesin içsin daha ne. Ancak İzmir'i kesinlikle emekli şehir diyerek yok edemeyeceğinizi her geçen gün daha da anlar oldum. Evet bir İstanbul değil. Olamazda mümkünse olmasında. İstanbul İstanbul olarak kalsın. Yeni İstanbullar oluşturmamıza hiç gerek yok. Her yerin kendine has özellikleri olmalı.
İzmir tiyatro günleri başladı. 2 tane oyuna bilet aldım. Çünkü ben istediğim yerde bilet bulamayınca kendime o gösteriyi zehir ederim. Bu kapsamda biletlerin satılacağını duyduğum an internete girip baktım ve çoğu istediğim yer satın alınmış. Bu yüzden sadece iki oyun izleyebileceğim.
İlkini 27 Mart 2014 Perşembe günü İzmir Atatürk Kültür Merkezi Yunus Emre salonunda izledim. Söylenecek söz bile bulamıyorum. Çünkü enfes bir oyundu. Sumru Yavrucuk'un sahnelemiş olduğu tek kişilik bir oyun. Yaklaşık bir saat onbeş dakika süren oyunda bir an sıkılmadım aksine sürdü gitti merağım. Güldüm, ağladım, düşündüm. Tüm duyguları bir arada yaşatabilen bir oyundu. Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi. Bir İstanbul hikayesinin oyuna döndürülmüş hali. Sokak edebiyatı ve hala yaşanan gerçeklerin derlemesiydi. İlginçti. Komikti. Her şeyden önce düşündürdü. Biz bu insanları nerede ve nasıl görüyoruz. Bu kadar da basit değil yaşantıları dedirtecek kadar da iddialıydı. Tavsiyem bu oyunu kaçırmamanız ve gerçek oyunculuğu görmeniz. Ben şanslı olduğumu düşünüyorum en azından. Sizde bu oyunu nerede bulursanız gidin.
20 Mart 2014 Perşembe
PLAYBACK TİYATRO ''İLGİNÇ DENEYİM''
Sanata olan aşkım her geçen gün fazlalaşıyor. Benim sanatla aşkım çok küçük yaşlara dayanıyor ancak aşkın ömrü üç yıl diyenlere de gülüp geçiyorum. Her geçen gün daha da fazla sanata aşık oluyorum. Bıkmıyorum aksine her defasında beni kendine bağlamasını çok iyi biliyor. Resim, müzik,tiyatro,sinema, müzikal,opera, bale ve sayamadığım bir sürü sanat dalı. Her gösteriye gitmem her etkinliğe de gitmem. Seçiciyimdir. Çok iyi bir yapıtı bile yönetemeyip oynayamayanlar o yapıttan sizi soğutabilir. Mesela Hamlet'i herkes oynayamaz, oynamamalı da.
İlginç bir Çarşamba akşamı geçirdim dün gece. Alışılmışın dışında bir gösteriydi dün izlediğim. Düşündüğümde beğendim mi beğenmedim mi anladım mı anlamadım mı bunu bile anlamada çok zorluk çektim. Hala karmaşık kafam o kadar yani. Düşünün ki doğaçlama yapılıyor yaklaşık 5 kişilik bir ekip ve oyunu siz yönetiyorsunuz. Siz yazıyorsunuz ve o an oynanıyor. Yurt dışında bu tarz gösteriler beğenilerek hatta ayakta alkışlanarak izleniyor. Dün hafta içi olması nedeniyle kalabalığı az ve sakin bir gösterideydim. Oyunun doğaçlama olması son zamanlarda televizyonlardaki doğaçlama programlarına benzeyeceğini düşünerek eğlence amaçlı gittim. Eğlenmedim. Farklıydı çünkü. O yüzden duygularım karışık bu tiyatro modeline. Tarzı farklı. Değişik. İnsanlar size hayallerinizi soruyorlar. Anlatıyorsunuz. Sonra o 4 kişilik ekip sizin için hayallerinizi sahneliyorlar. Şaşırıyorsunuz. Tam olmasa da duyguyu verdikleri zamanlarda var. Hissedebiliyorsunuz. Gösteri boyunca sizi hapsedebiliyor. İşin ilginç tarafı karmaşık duygularla çıktığım bu sanat dalında tam 2 saat geçirmişim. Beğenmişim ki 2 saatin nasıl geçtiğini anlamamışım.
8 Mart 2014 Cumartesi
21. İzmir Avrupa Caz Festivali- Kalima
Uzun yıllardır İzmir’de yaşamayan biri olarak İzmir’i keşfettikçe bu şehire haksızlık ettiğimi farkettim yine dün akşam. Bu şehirde sanata olan ilgi ve bakış açısı hala değişmemiş ve hala olumlu şekilde yaşatılıyor. 21. İzmir Avrupa Caz festivali nedeniyle dün gece bana İzmir’i yeniden sevdiren arkadaşlarımla Kalima adlı bir grubu dinlemek üzere yola çıktık. Yoğun iş temposundan ve iş nedeniyle bir kaç gün önce şehir dışında olmam ve tam anlamıyla dinlemem sonucunda ilk parçada yalan değil uyukladım. Baya bildiğiniz uyudum. Ne zaman alkışlar başladı hafiften bir sıçradım. Sıkıcıydı ilk başta. Hatta eğer ara verirlerse çıkar giderim bile dedim içimden. Derken ikinci parça üçüncü parça bir baktım ben kaptırmışım kendimi müziğin tınılarına. Bittiğinde üzüldüm. Hatta bir on parça daha olsa dinleyebilecektim de. O kadar sevdim. Vokalde Sascha Ley, piyanoda Laila Genc, soprano saksafon ve basklarnette de Anne Kaftan( ki gece boyunca mest etti kendisi bizi) vardı. Büyüleyici bir triodu. Kendinizi şımartmak ve gerçek müzik dinlemek istiyorsanız muhakkak bir kaç tane konsere gitmelisiniz. İnanın bana benim hissettiklerimi hissedeceksiniz.
8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ
Sosyal medya o kadar çok genişledi ve yaygınlaştı ki gün geçmiyor yeni yeni şeyler öğreniyoruz. Sosyal medyada arkadaşımın kadınlar günü ile ilgili paylaştığı yazıyı çok beğendim. Kendi yazımda da kullanmadan geçemeyeceğim.
”Anlayamıyoruz, telefonun üstündeki danteli düzeltmek için maçın en heyecanlı yerinde televizyonun önünden geçtiği için, küçükken yaramazlık yapıp kaçarken on iki metreden popomuzun tam ortasına o terliği nasıl isabet ettirebildiği için, yolculuk esnasında küçücük çantasına elmayı, armudu, portakalı, domatesi, peyniri, böreği, suyu, kolayı ve çeşitli işe yarayacak malzemeyi nasıl sığdırabildiği için(biraz daha uğraşsa tavşan bile çıkartabilir kanımca), anlayamıyoruz çünkü erkeğiz. DNA’larımız yapılandırılırken sarmalın “kadınları anlama” kısmına ACG-AAT-CGA yerine EŞE-KSİ-NİZ diye kodlanmış olmalıyız bence . Kırıyoruz, parçalıyoruz, üzüyoruz, acı çektiriyoruz ama siz olmadan da yapamıyoruz. Sizleri seviyoruz, sevmiyor olsaydık yüzyıllardan beri sizin için dünya savaşlarını çıkartmazdık. Hanımlar gününüz kutlu olsun ”
Evet kadınların önemini anlatan bir yazı kanımca. Herkesin hayatında bir kadın vardır. Eşi sevgilisi arkadaşı bile olmasa annesi vardır. Vazgeçilmezidir o. Düşünüldüğünde en çok eleştirdiğimiz ancak hiç kimseye değişemeyeceğimiz varlıklardır onlar. Kadınları sadece bir gün değil her gün anlamak gerektiği düşüncesindeyim. Onlarsız bir dünyanın var olamayacağı gerçeğini de atlamamak gerekir. Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar günü. Tüm dünyada kutlanan bir gün. Tüm dünya derken tabii gelişmiş toplumlardan bahsediyorum. Ne yazık ki hala kadınlara 2. sınıf hatta 3. sınıf muamelenin yapıldığı toplumlar hala var. Hala kadına şiddet sokaklarda, çocukların gözleri önünde,parklarda, caddelerde, kafelerde yapılmakta. İşin en garip yanı da bir ülkenin gelişmişlik oranı kadına şiddetin azalmasıyla doğru orantılı olduğunu düşünürsek ve son 12 yıldır ülkemizde kadın şiddetlerinin, kadın cinayetlerinin arttığını gözlemlersek bizim ülkemiz gelişiyor mu? yoksa yozlaşıyor mu? Sorunun cevabı çok basit. Ama maalesef çok acı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)